Tarih Yazımı Olarak Ego
- Egehan Celik
- Aug 30
- 6 min read
(30.05.2025'te İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği (FPD) Söyleşileri'nde sunduğum metindir.)
İnsanın geçmişi tam anlamıyla geçmişte yaşanılanlar mıdır? Geçmiş olarak “hatırlanan” insanın “kendim” dediği şeye mi aittir? Tarih yalnızca uluslar, devletler gibi topluluklar için mi yazılır? Bir insanın tarihiyle birden fazla insanın bir araya gelerek oluşturduğu grubun tarihi arasında nasıl bir fark vardır? İki türlü tarihin de yazılması için, diğer bir deyişle, kurulması için kullanılan araç(lar) nedir? Tarih, yaşanılan mıdır yoksa yazılan/anlatılan mıdır? İnsanı ve onun tarihini/geçmişini dinlemek nasıl bir pratiktir?

Görünen o ki, bir felsefeci, bilim-insanı ya da teorisyen, insan üzerine düşünürken ona çeşitli şekillerde hitap etme ihtiyacı duymaktadır. Hatta bu yazıyı yazarken insan kelimesini seçtiğimde söz konusu varlığın birçok olasılığını ya da varoluş biçimini kısıtlamış bulunuyorum. Yine de, söze giriş uğruna, günlük dilde daha aşina olabileceğimiz bir kelime olan insanı seçtim. Ancak insanın görünümleri üzerine yazan düşünürleri okurken; varlık, özne, akıl, tin, ruh, ide, töz, psişe, zihin, ego, benlik, bilinç, bilinçdışı ve id gibi kavramlarla karşılaşırız. Genellikle felsefeci, bunlar gibi kavramlarla, bugünkü anlayışımızda biyolojik organizma olan insandan ve onun psikolojisinden çok daha ‘genel’ bir ‘şeyi’ anlatma çabasındadır. Bazen bunu açıkça ifade eder, bazen bu ayrım muallaktır. Örneğin Hegel, akıl (reason) ve ruh (spirit) üzerine yazarken sıklıkla şöyle tekrarlar: felsefenin empirik (yani, deneyi yapılabilir) tikelliklerle/öznelliklerle işi yoktur. Düşünce tarihinde günümüze doğru yaklaştıkça kendisi de bir akademisyen olan Hegel’in eleştirdiği ‘empirizm’ yani, deneycilik anlayışının ve pratiklerinin; fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimleriyle birlikte akademi ve bilimde bir tür temel başlangıç noktası olarak kabul edilmesine şahit olmaktayız. Böyle bir ruhta, Freud’un hipnoz uygulanan histeri vakalarını gözlemlemesiyle bilinçdışı kavramından bahsettiği metinleri ortaya çıkmıştır. Bilinç kavramı ise zaten insanı hayvandan ayıran akla (reason) sahip bir varlık olması bakımından, Freud öncesi felsefe ve bilim camialarında açıkça dile gelmiştir. Zannımca, Freud’un bilinçdışı adını verdiği fenomen, geçmişte farklı biçimlerde ve farklı kavramsallaştırmalarla çeşitli filozoflar tarafından anlatılmıştı. Ancak Freud’da, bu “keşfin” gözlem sonucu olmasına dikkatinizi çekerim (tikellik ve Hegel’e kıyasla). Söz gelimi, Freud, Hegel gibi yalnızca çalışma masası başında oturarak kavram üretmeyecek, “klinik gözlemleri” sonucu kavram üretiminini gerçekleştirecekti. Ayrıca söylemeliyim ki, kaleme aldığı metinlerde kendinden önceki filozoflara ve edebiyatçılara yer yer övgü, yer yer yergileri de olmuştur. Örneğin, bilinç üzerine olan düşüncelere atıfla ‘Ego ve Id’ metninin başında şöyle yazmıştır: “Bazı okurlarımın bu metni üstün körü okuyacağına hazırlıklı olmalıyım. Çünkü, bir şeyin, insan zihninin (psişenin) ürünü olması ve aynı zamanda bilinçli (conscious) olmaması fikri; felsefe eğitimi görmüş birçok kişi tarafından öylesine anlaşılmazdır ki, bu, onlara saçma ve mantık yürütmeyle kolaylıkla çürütülebilecek bir tez olarak görünecektir. Bunun sebebinin, —psişeyle ilgili olarak— rüyalar ve hipnoz fenomenlerini hiç çalışmamaları olduğuna inanmaktayım.” Öyle ki, üzerine çalışılmak istenen konu psişe, diğer bir deyişle, insan ruhsallığı olduğunda; Freud gibi, empirik olduğunu ifade eden bir teorisyeni okurken, daha önce felsefede dile gelmiş kavramlarla karşılaştırarak okumamak elde değil. Çünkü, düşünceme göre, bilinçdışını gözlemleme pratiği ve üzerine düşünmek için ileri sürülmüş kavramlar yanlış anlamalara oldukça teşnedir. Freud’a kadar tikel, öznel, bireysel, olanı çalışmak gibi bir bakış açısı dahi yokken; empirik bir ruhla doğmuş olan psikanaliz düşüncesindeki tikel olandan yani, bilinçdışından ne anlayacağız? Bu ne türden bir tikelliktir? Tamamıyla bireye ait olan bir öznellik hali midir? Yoksa daha ziyade, fiziğin maddeyi çalışabilmek için temel yapı birimi olarak atomu kabul etmesi gibi bir başlangıç noktası mıdır?
Freud’un 1923 tarihli “Ego ve Id” metnine kadar bilinç ve bilinçdışı kavramlarının ikili bir modelle anıldığını görmekteyiz. Söz konusu bu metinde, Freud bilinçdışını çalışabilmek adına yeni bir model önermiştir. Bu model duymaya aşına olduğumuz psişeyi birbiriyle ilişkili üçlü bir yapıda inceleyen “id-ego-superego” modelidir. Psikanalitik düşüncede “ego” kavramıyla bu şekilde tanışırız. İngilizce çeviride Latince bir kelime olan “ego”yla karşılanan, “das Ich” diğerlerinden ayrı bir beden olarak kendiliği ifade etmenin yanında Freud’da daha çok zihnin özel nitelikler ve fonksiyonlar atfedilmiş bir parçasına gönderme yapmaktadır. Dolayısıyla, bir noktada, psikanalitik etkinliğin; nesnesini, yani, bilinçdışını inceleyebilmek adına “ego”ya ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda, bilinç kavramının Freud’dan önce felsefede ve bilimsel araştırmalarda dile geldiğini ifade etmiştim. Öyle görünüyor ki, bilinç (consciousness) kavramı psikanalitik etkinlik için bir noktada kullanışlılığını yitirmiştir. Çünkü Freud’la birlikte duymaya alıştığımız bilinçdışı kavramının “id ve ego” gibi kavramlarla düşünülmeye başlanması şunun göstergesidir: Hipnotik teknikle histerik öznenin eylemlerinde gözlemlenen —hatırlama olduğu varsayılan— değişim, bir tür bilinçli hale gelme, bilinçdışına bastırılmış olanı hatırlama ya da öznenin geçmişinden bir bilgi edinmesi sonucu gerçekleşmemektedir. Basitçe, hipnoz etkisi altındaki öznede olup biten, ego denen şeyin, kendini sunması/sahnelemesidir. Yani, zihnin, varoluşu duyumlama girişimlerinden yalnızca biridir. Sahnede hatırlandığı varsayılanlar bilinçdışının bir parçası olan egonun hareketinden başka bir şey değildir. Lacan'cı terminolojiyle ifade edecek olursak, hipnotik durum, egonun imgesel düzlemdeki bir hareketidir. Ancak, bir gözlem sahası olarak kurgulanması bakımından araştırmacı için bu sahne sembolik düzlemdedir. Bu nedenle hipnoz etkisi geçtiğinde hatırlananlar hiç hatırlanmamış gibidir. Başta, hipnoz gözlemleri, Freud’u, bilinçdışını çalışmaya yöneltse de sonraları bilinçdışını çalışabilmek adına bu tekniği terketmiştir. Başka bir deyişle, ego kavramıyla işaret edilen, bilinç ve bilinçdışı arasında konumlanmış bir arabulucu/düzenleyici değil; ölçümleyen, veri toplayan, duyumlayan, imgesel düzen içinde varoluşunu sürdürürken deneyimleyen bir tür organ/aygıttır. Oyunun sahnelenebilmesi için sahneye çıkan bir oyuncu gibi düşünülebilir. Ancak, bu Freud'cu kavrama bir tür kendinde varlık hali atfetmek ya da “id-ego-superego” yapısal modelini ontolojik ya da salt biyolojik bir yapı olarak düşünmek, psikanaliz ve psikoloji tarihinde çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Söz gelimi, ego, bastırılmış duyguların boşaltılmasıyla (katartik yöntem) ya da kabul edilemez düşünceleri bastırma yetisi zayıflamış bir benliğin güçlendirilmesiyle (ego psikolojisi) iyileştirilecek sabit(lenmiş) bir varlık değil; formasyon ve devinim halinde kendini kuran bir tür duyarga, organ ve aygıttır. Temas ettiği nesnelere yeniden biçimler vererek, hem kendini, hem nesneleri topyekün yeniden inşa etmektedir. Burada, nesnelere temas etmek ifadesini bilerek seçtim. Çünkü, zannımca, nesne ilişkileri hipotezini, 'relation' yerine 'ilişki' kelimesiyle düşünmek; zaten kendi içinde üstü örtük olan Klein’cı okumaya, metafizik hatta mistik bir tını katabilmektedir. Örneğin, Bion’da böyle bir çınlamayı duymaktayız (örn. yansıtmalı özdeşim ve karşı-aktarım nosyonları).
Söz gelimi, burada ego kavramı üzerinde mutabık olabileceğimiz bir belirlenim
kurabilmek adına bu metni kaleme almaktayım. Yazarken seçtiğim sözcükler birer kavram olarak işaretlendiği kertede, bu metin, geçmişe dönük bir anlatıya dönüşmektedir, yani hi-story’ye. Kendi geçmişini/tarihini düşünen insan bunu anlatırken de yaşantılarken de semboller aracılığıyla imgesel bir 'hi-story' yazmaktadır. Ego bir tür kendiliğin ta kendisi (ya da a priori benlik) değil, kendini nesne olarak kavrayıştır. Ancak, Hegel’in işaret ettiği gibi ikisi birbirinden ayrılır gibi değildir. Çünkü onun tin (geist, spirit) dediği; Freud'unsa ego dediği yapı egolaşarak/tinselleşerek kendi üzerine belirli bir tasarım edinmektedir (Selbstbewußtsein-nesnelleşme). Söz konusu tasarım, benliğin temas halinde olduğu nesne biçimleriyle kurulduğundan bir görüngüden (fenomen) ibarettir. Ego bir duyulama tasarımıdır. Bu nedenle Hegel için dünya-tarihinde olup bitenin ötesinde duyulması gereken bir şey vardır. Bu şeye akıl (vernunft/reason) ismini vermiştir. Görünen o ki, bu akıl, çağdaşı olduğu aydınlanma filozoflarının bahsettiği türden bir akıldan daha farklı bir tasarımdır. Şöyle yazmıştır: “(…) Tinin erişebileceği en yüksek nokta kendini bilmedir, kendini görüyle değil, düşünceyle kavramadır” (s. 72). Kendini görüyle bilmek yukarıda bahsedildiği gibi benliğin kendini nesneleriyle algılamasıdır. Böyle bir düzlem vardır, tarihte sahnelenmiş ve sahnelenmektedir. Ancak, Hegel’in varmak istediği yer başka bir düzlemdir. Ona göre tinin özü, tinin kendi kendisine nesnellik vermesidir: ”(...) Doğadaki yeniden canlanma yalnızca aynı şeyin yinelenmesidir: hep aynı döngüyle gelen can sıkıcı tarih. Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Ama tinin güneşiyle iş değişir. Onun gidişi, devinişi bir kendini yineleme değildir; tersine, tinin daima başka başka biçimlere girmesiyle değişen görünüşü özünde ilerlemedir” (s. 77). Hegel’de tinin kendisine nesnellik vermesi, Freud’da kendiliğin (ego) belirli bir tasarım edinmesi, öznenin, jouissance’ı pahasına gerçekleşmektedir. Lacan'cı bir kavram olan jouissance’ı tarih yazımının yakıtı olarak düşünebiliriz. Söz konusu tarih, Hegel’de dünya-tarihinin varlıklaşması (being, besetzsen), halkların ruhu (volksgeist) --tinin görüngüleri-- olarak dile gelmekte; Freud’daysa bilinçdışının varlıklaşması, ego olarak dile gelmektedir. Id, ego-ideali ve grup egosu; egonun aldığı biçimlerin yürürlüğünün bir tür modudur. Bu modlar, egonun karşıtlıkları vefarkları çerçevesinde nesne formasyonu olarak cereyan etmektedir. Bu noktada yeniden ifade etmeliyim ki, ontolojik kabul olarak varlık hali atfedilen 'şey (das Ding-das Es)' bilinçdışıdır. Freud’un determinizmi buradadır. Bir tür tarih yazımı olan ego, öznenin/tarih anlatıcısının nesne tasarımı işidir. Lacan’ın birinci seminerde işaret ettiği gibi ego, dildeki sözdür. Söz, ego tarafından nesnelerle işaretlenmiştir. Psikanalitik çalışma dilden sözün ayrışması işidir. Tarih, yazarının düşüngemesidir, Hegel buna reflexion demişti.
Benlik, öznenin kendisine tekrar tekrar yazdığı geçmiş hikayeleriyse eğer dil konuşmaya başladığında benlik, biçimlenerek görünüşten görünüşe geçecektir. Psişeyi, dolayısıyla, bilinçdışını kuran bu yeniden biçimlenme işidir. Çünkü, Hegel’in akıl, Freud’un bilinçdışı adını verdiği varlık-yapı, (düş)üncenin olumsuzlanmasını (verneinung-negation) içermektedir. Düşüncenin olumsuzlanması, bilinçdışında başta zaten varolanın bastırılması sonucu unutulması ve tekrar hatırlanması değildir. Olumsuzlanan nesne/nesne sunumu, bastırılarak varlıklandırılmakta, hatırlama, tekrarlama, bir diğer ifadeyle, tarih yazımı biçiminde yürürlükten kaldırılarak arşivlenmektedir. Bugün hafıza adını verdiğimiz bu arşiv, bilinçdışını, nesne karşısında kurumlaştırmaktadır. Hegel bunu şu sözlerle ifade etmiştir: “(…) kaldırılma, düşünce etkinliği söz konusu olduğu için aynı zamanda saklama ve yükseltmedir. [Aufgehoben, Aufhebung]” (s. 78). Saklama kelimesine dikkat ediniz. Freud'un die Verneinung/Olumsuzlama metninde ifade ettiği gibi: Hasta, şiddetle, bir şeyin öyle olmadığını söyleyebiliyorsa, o şey zaten oradadır. Ego, kendini koruma/saklama uğruna bastıracaktır". Zannımca, bu, egonun ve onun dirençlerinin korunması gereken bir merci olduğu anlamına gelmemektedir. Psikanalitik etkinlik bilinçdışını işe koşmak adına özneyi histerikleştirecektir. Elbette egonun bir merci olarak katılaşmasının ya da düşünmeye açık (reflective) bir varlık hali sürdürmesinin farklı sonuçları ve fonksiyonları olacaktır. Buradan Lacan’in sinthome ve jouissance kavramlarını izleyebilmekteyiz. Ruhun (tinin) kendini düşünerek bilmesi, ya Hegel’in varmayı arzuladığı yer gibi özgürleşmeyi; ya da bilinçdışının bir tür tarih yazımı olarak benliği (egoyu) içermesidir. Sonuçta, ego bir sürçme, espri, kahkahadır; bir unutmadır aynı zamanda bir hatırlamadır. Yani, bir vardır bir yoktur.
Kaynaklar:
Tarihte Akıl, Hegel, Kabalcı Yay.;
The Ego and Id, The Negation, Freud;
Ego and Mechanisms of Defence, Anna Freud;
Seminer 1 - Freud’un Teknik Yazıları, Lacan, Encore Yay.;
Between Aufhebung and Verneinung; Zupancic.